Yapı Kredi Yayınları
100
Arka Kapak
"Anadilimizi konuşmak başka bilmek başkadır. Dilimizin bilincine varmak her yurttaş için gerekli sayılmalı. Türkçe'nin, çok geniş bir bölgede konuşulan, yapısal karakteri çok güçlü bir dil olduğu düşünülünce, dilimizin bilincine varmaya çalışmak sıkıcı bir iş değil, tatlı bir uğraştır." Melih Cevdet Anday, dildeki ulusallaşma, birlik, özleşme çabasında gönüllü bir savaşçı durumunda.
Tadımlık
Önsöz
Yıllar önce bir arkadaşım, "Dil konusuna bunca düşkünlüğün neden?" diye sormuştu bana, bunun altında "Dil bilgini mi olmaya özeniyorsun?" sorusu gizliydi belki de; kendisini, "Dil bilgini olmak başka iş" diye yanıtlamıştım ve "bir ozan olduğum, dil de ozanın gerici, daha da ileri, işliği olduğu için, uğraşımın gereği bir düşkünlüktür benimkisi" diye eklemiştim sonra. Ancak eski ozanlarımızın anadile hiç önem vermedikleri düşünülürse, benim yanıtımda bir eksiklik bulunduğu söylenebilirdi. Gerçekten de, Cumhuriyet dönemi ozanlarının neredeyse tümden dilci kesilivermeleri, bu eğilimin sadece ozanlık uğraşının bir gereği olarak açıklanmasını inandırıcılıktan yoksun kılar. Cumhuriyet dönemi, toplumumuzun ulusallaşma sürecini yaşadığı bir dönem olarak, yanlızca ozanları değil, aydınlarımızın büyük bir bölümünü dil konusuna içtenlikle bağlamıştır. Türk dilinin öz benliğine kavuşması uğrunda, yurdun dört bir yanındaki aydınların eylem birliğine girmeleri de bunu gösterir. Başka bir deyişle, özleştirmecilik akımı, sadece Türk dilinin yapısını, özelliğini ortaya çıkarmaya yönelik bilimsel bir etkinlik değil, Türk kültürünün ulusallaşmasını amaçlayan atılımın bir parçasıdır. Cumhuriyet döneminin çağdaşlaşma ülküsü, dil sorununu, zorunlu olarak güncel bir duruma getirmiştir. Bugün yalnız ozanlar değil, bütün bilim ve sanat dallarındaki uyanık aydınlar, dilimizin öz benliğini bulması için emeklerini birleştirmiş durumdadırlar. Ulusallaşma sürecine girmiş bir toplumun dili, ona yabancı kalamazdı. Ancak ozanlarımızın, yazarlarımızın bu işe gönül vermedeki önceliklerini gösteren örnekler yakın tarihimizin ilginç olayları arasındadır gene de; basımevinin kurulması, gazeteciliğin, tiyatronun, romanın başlaması, dilde halkleşma akımını özellikle ortaya çıkarıyordu. Bu yolda bilinçlenme kolay olmamıştır elbet; dilimiz sorunu, geçirmesi gerekli olan evreleri bir bir yaşayarak, Atatürk'ün öncülüğünde yalın, kesin biçimini almıştır. Özetlersek, bu ulusun dili, kendi dili olacaktı; aydınları başka bir dille yazan topluma ulusal bir toplum denemezdi. Oysa karma bir dil olarak nitelediğimiz "Osmanlıca"nın geçerli olduğu uzun dönemde bu ülkenin yazını da, kültürü de bağdaşmaz bir ikilik içinde bulunmuştur. Okumuşların seslendiği dar bir yönetici kat içinde Osmanlıca sürüp giderken, halk kendi dili ile kendine yeterli olma çabasına düşmüştür. Birbirini anlamayan bir yöneten-yönetilen ayrılığı içinde ise Türk kültürü gelişme olanaklarından yoksun kalacaktı elbet, halktan kopuk hiç bir kültür yaşama gücünü sürdüremez. Özellikle dil söz konusu oldu mu, halk onun besin kaynağıdır. Bugün biz dilimizi yeniden bulduk ve onu çağdaş anlamda güçlendirme olanağına kavuştuksa, bunun başlıca etmeni halkın dildeki yaratma gücüdür. Artık yalnızca ozanlarımız, yazarlarımız değil, okul öğrencileri de, geçmişin yazın ürünleri karşısında durup düşündükçe dilde özleşme akımının doğal yandaşları oluyorlar. Bu deneyimin en belirgin örneği de şiir alanında gözlemlenir durumdadır. Osmanlıca şiir ile Türkçe şiirin yan yana yaşaması, birbirini anlamadan var olabilmesi, ortaya yanıtlanması kolay olmayan birtakım sorular, çözemlenmesi güç sorunlar çıkarır elbet. Konuyu deşmeye kalkmadan şuncasını söylemekle yetineyim, bugün yazınımızda bu ikilik ortadan kalkmıştır. Âşık Veysel'in dili ile Cahit Sıtkı Tarancı'nın dili arasında bir ayrım yoktur. Böylece toplumumuz dil birliğine kavuşmuştur. Ulusallaşma sürecinin zorunlu bir aşamasıdır bu. Ancak bütün düşünce ve davranışları ile eskiye bağlı kalanların, dildeki ulusallaşma, birlik, özleşme çabasına karşı durması, ozanlarımızın, yazarlarımızın büyük bir çoğunluğunu dil devrimi savaşında gönüllü durumuna getirmiştir. Ben de kendimi bunlardan biri saymaktayım. 1975 Nisanında TRT yönetimi bana, radyoda dilimiz konulu bir söyleşiyi yürütme önerisinde bulunduğu zaman, işte yukarda özetle anlatmaya çalıştığım düşüncelerden ötürü bu işe giriştim. Konuya bilimsel açıdan değil de daha çok dil sorununun halkımız ve gençlerimiz arasında uyandırdığı çeşitli soruların karşılıklarını bulup vermek yönünde eğildim. Ama bunu yapmak için, dilimizi öteki dillerden ayıran özellikler üzerinde durmak, onun ne yoldan, nasıl bozulduğunu göstermek, örnekler vermek gerekli olmuştur. Bu bakımdan günümüzle geçmiş arasında sık sık bağlantılar kurmak sorunu da ortaya çıktı. Bunları ele alırken belli bir düzeyi amaçlamadan, herkesin ilgisine açık olmaya çalıştım. Türk Dil Kurumunun yayınlarından yararlandığımı burada önemle belirtmek isterim. Ayrıca, bizim dil sorunumuzun en önemli konularından biri de, konuşma dilimizin yabancı diller etkisiyle nasıl bozulduğudur. İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nde yıllarca Türkçe Ses Bilgisi okuttuğum için, çocuklarımızın hangi sözcüklerde ne gibi söyleyiş yanlışları yaptıklarını yakından gördüm. Bunları tiyatrolarımızda, radyolarımızda, filmlerimizde de sık sık gözlemliyoruz. Ama söyleyiş özelliklerini belirtecek basit yazım işaretleri kullanmaktan başka bir yöntem uygulayamadığım için, kimi sözcüklerin doğru, yanlış söylenişleri üzerinde, amacımı iyice ortaya koyamamış olmaktan korkarım. Kitaptaki konuşmalar, 12 Nisan 1975'den sonra radyoda yaptığım konuşmaların tümü değil, sadece on bir tanesidir. Yarıda kesilmiş olan o konuşmaların sonlarına doğru, dildeki ikiliğin nasıl ortadan kalktığını her dönemden şiir örnekleri vererek anlatma yolunu tutmuştum. Okur bunu kendi de yapabilir. Ama buradaki on bir konuşma da, sanırım, amacımı belirtmeye yeter. Türk Dil Kurumu'nun bastırdığı bu kitapla, dilimize, dilimizin özleşmesine, özleşme akımının daha da güçlenmesine bir yararım dokunursa, büyük bir mutluluk duyacağım bundan.
Melih Cevdet Anday